Babylon – (2022) / Babil Detaylı Film İnceleme ve Kritik

2016 yılının Oscar ödül gecesinde o gün itibariyle henüz 32 yaşındayken tarihin en genç yönetmeni olarak Oscar alan Damien Chazelle, heykelciği eline alıp havaya kaldırdığı zaman gelecekte bizi nelerin beklediğini bir çoğumuz az çok tahmin edebiliyorduk. Önce Whiplash’la dikkatimizi çeken ardından La La Land ile bizi 1950’lerde başlayan müzikal sinemaya götüren yönetmen, bu sefer de Babil ile bizi en başa; ta 1920’ye götürüyor. Bilinen kaynaklara göre Hollywood topraklarındaki ilk resmi film stüdyosunun boy göstermesi 1911 yılına dayanıyor. Damien Chazelle bizi Hollywood sinema tarihinin Bigbang’ine yani büyük patlamasına kadar götürmüş desek pek de yanılmış veya yanlış ifade etmiş olmayız. Sessiz sinemanın zirvesindeyiz, bugünkü Hollywood stüdyolarının olduğu topraklarda derme çatma kulübeden bozma setlerde aynı anda gelişi güzel çekilen filmler çağı, sinema büyüsünün yıldızının parlamaya başladığı yıllar. Charlie Chaplin’in sinema salonlarını sürklase ettiği günlerde olan biteni biraz belgesel, biraz dram, biraz kara mizah ve bolca müzikal tadında izliyoruz. Brad Pitt tarafından canlandırılan “Jack Conrad”, kariyerinin zirvesinde zengin, popüler ve kural tanımaz bir aktör. Margot Robbie tarafından canlandırılan “Nellie LaRoy” ise doğuştan yıldız olduğuna inanan ve keşfedilmeyi bekleyen başka bir deyişle keşfedilebilmek için her yolu deneyen bir aktris adayı ve Diego Calva tarafından canlandırılan “Manuel “Manny” Torres” de hasbelkader sinema sektörünün bir kenarında var olmuş ve daha büyük bir şeyin parçası olmak için yanıp tutuşan bir göçmen ve son olarak Jovan Adepo tarafından hayat verilen “Sidney Palmer” karakteri ise dönemin ortamları sarsan müzik akımı olan cazın parlayan siyahi yıldızı ve bir trompet virtüözü. Bu dört insan ve onların çevresinde dönen olayları, onların tüm olan bitenle birlikte dalgalanan hayatlarını ve nihayetinde Hollywood’un şaşalı, akıl almaz ve mükemmel yüzüyle birlikte acımasız tarafına da şahit oluyoruz. Acımasızlığının yanı sıra tüm rezilliğini, savurganlığını ve ahlaksızlığını da her ne kadar görmek istemesek de görmek zorunda kalıyoruz.

Film, öncesini ve sonrasını da hesaba katarsak 30 dakika süren bir parti sahnesiyle açılıyor. Tüm bu 30 dakika boyunca neler olduğunu anlamaya çalışırken her türlü alkole, uyuşturucuya, zinaya, fuhuşa, pisliğe ve aklınıza gelebilecek bir sürü rezilliğe şahit oluyoruz. Bu kadar abartmaya gerek var mıydı diye sorgulamadan edemiyoruz ancak yönetmen çok büyük bir şey vaat etmek üzere yola çıktığı için, onun anlatım dilinin içinde her türlü çeşitliliğe yer vermekten geri durmadığını görüp anlayış gösteriyoruz. Film Türkiye’de +18, olumsuz davranış, cinsellik ve şiddet sınıflandırmalarıyla gösterime girdi. Filmin ev sahibi Amerika’da ise R koduyla yani 17 yaşından büyüklere serbest küçükler ise aileleriyle izleyebilir olarak dağıtıldı. Tabii buradaki fark toplumsal ahlak anlayışıyla alakalı bir durum. Her ne kadar göz ardı edilemeyecek derecede bir ahlaksızlık söz konusu olsa da gözümüze sokulan şeylere sinematografik ve sanatsal açıdan baktığımız zaman gördüğümüz mükemmel bir film ve sinema tarihine büyük bir saygı duruşu. Otör kategorisinde olan film, rejisinden senaryosuna, sinematografisinden kurgusuna, kostümlerinden müziklerine ve mekanlarından yapım tasarımına kadar dört başı mamur, zamanla kült olabilecek derecede ciddi bir yapım.

Antik çağda Babil kentinin başkenti olan Babil şehrinden alıyor film adını. Antik dinler mitolojilerinde Babil şehri, dünyadaki kötülüğün ve kötülüklerin sembolü haline gelmiş. Yine antik mitoloji kitaplarına göre Babil, Tanrı tarafından yok edilmiş. Bu filmin isminin de Babil olması tamamen bu metafordan besleniyor. Film hiçbir şekilde herhangi bir gerçek olayı temel almıyor ancak hem gerçek Babil şehrinin dünya tarihine kattığı kültürel gerçeklik hem de yaydığı kötülüğü göz önünde bulundurduğumuz zaman mecazi anlamda dahi olsa yönetmen Hollywood ve Babil’i birbirine benzetiyor. Babil’in yıkılmasına veya başka bir deyişle helâk olmasına sebep olan aşırılıklar filmde geniş bir pencereden ele alınarak kişiler üzerinden sonuca bağlanıyor ve sonuç ne yazık ki kaçınılmaza yani kıyamete eriyor. Bütün bu olaylar olurken, inişler ve çıkışlar yaşanırken ve hatta aşırılıklar herkesin boyunu aşarken, filmin asıl konusu olan sinema sanatına ne olursa olsun derin bir saygı duyulduğu mesajı net bir şekilde veriliyor. Sinema kavramı film içinde “yüksek sanat” olarak tanımlanıyor ve bu yüksek sanatın hakkı tüm ciddiyetiyle veriliyor. Hatta bu sanat o kadar önemseniyor ki herkes neresinden tuttuğunun önemi olmadan bu büyük olayın bir parçası olabilmek için birbirleriyle yarışıyor ve de herhangi bir şeyden taviz vermekten asla geri durmuyor. Ne olduğunun önemi yok, şartlar ve ortam ne gerektiriyorsa haddine ve de hududuna bakılmadan yerine getiriliyor.

Film sinema çağının belki de en önemli dönüm noktası olan sessiz filmlerden sesli filmlere geçilen dönemi tam merkezine alıyor yani bir bakıma “Babil Kulesi”’nin yükselişini izlemeye başlıyoruz. Babil şehri ile metaforik olarak bağlanan Hollywood’un tam ortasında yükselen “yüksek sanat” yani sinema yani Babil Kulesi. Bu kuleye tırmanmak her yiğidin harcı olmuyor ne yazık ki, bu yeni çağa ayak uyduramayan günün yıldızları tek tek kayarak yerlerini yenilerine bırakmak zorunda kalıyor. Yıkım her çağda ve her yerde olduğu gibi sinemanın içinde de insanlığın yakasını bırakmıyor; büyük yıkımlar olmadan yenilikler ortaya çıkamıyor. Sinema ve yıldızları için de aynısını görüyoruz film boyunca. Yönetmen bütün bunları kelimenin tam anlamıyla bütün çıplaklığıyla suratımıza çarpıyor ve bizi zaman zaman duvardan duvara vurarak şoke ediyor. Filmin finalinde müthiş bir sinematografi ve kurgu eşliğinde sinema tarihi sihirli bir şekilde ve rengarenk metaforlar eşliğinde gözlerimizin önünden bir film şeridi gibi akıyor ve filmin yıldızı Manny ile birlikte eş zamanlı olarak bir sinema salonunda gördüğümüz alaca bulaca rüyadan, kâbus mu harikalar diyarı mı karar veremediğimiz uykudan uyanıyoruz. Bu sekansta tarihin ilk kamera kaydı olan koşan at karesinden Georges Méliès’in “Aya Yolculuk”una, “Singing In The Rain”den günümüze, James Cameron’un “Avatar”ına kadar sinema sektörünün ikonik birçok filmini, sahnesini ve olayını izliyoruz. Sekans boyunca siyah beyazdan başlayarak günümüzün soyut renklerine kadar geniş bir yelpazeye çılgın bir tempo eşliğinde şahit oluyoruz. Sinema tarihinde Stanley Kubrick’den önce kimsenin yapmaya cesaret edemediği, saniyelerce siyah ekrana baktığımız filmlere bir gönderme yaparcasına, saniyelerce ekranda üç ana rengi izliyoruz ve peşinden ne gelecek diye merakla bekliyoruz. Sonunda Manny ile birlikte gözümüzden bir damla yaş akıyor ve kendimize gelmeye çalışıyoruz. Yönetmen kendi sözleriyle filmi hem acımasız hem de güzel olarak tanımlıyor. Film endüstrisinin kendisini, içindeki öğelerin tamamından büyük olarak tanımlıyor ve tarih boyunca kimi eline geçirdiyse çiğneyip tüketip tükürüp attığından bahsediyor. Bu tüketim geçmişte nasılsa gelecekte de aynı şekilde devam edecek diyor. Yeni yıldızlar hep gelecek ve eski yıldızlar bir gün mutlaka sönüp gidecek. Babil, 3 saat 9 dakika boyunca bize Hollywood’un ve sinema endüstrisinin ışıltısını, dehşetini, kaosunu ve eğlencesini düşünmemiz veya sindirebilmemiz için eşsiz bir fırsat sunuyor.

Filmin başrolünü Margot Robbie, Diego Calva ile paylaşmış. Robbie kelimenin tam anlamıyla Oscar’lık bir performans sergilemiş. Filmi baştan sona kadar hem “Nellie LaRoy” olarak hem de film içindeki filmlerde oynadığı karakterler olarak mükemmel bir şekilde icra etmiş. Akademi’nin fikri ne yönde olur, bunu kestirmek imkânsız elbette ancak bizim gözümüzde Robbie bu filminde Oscar’ı hak etmiş. Tüm sinema dünyasıyla hemfikir olarak bu denli kesin yargıya en son 2015 yapımı Alejandro González Iñárritu imzalı “The Revenant” isimli filmde Leonardo DiCaprio için varmıştık. Robbie film boyunca, hırsı ve tutkusuyla başarı merdivenlerini en dibinden başlayarak tırmanan, kelimenin tam anlamıyla bir kenar mahalle dilberini canlandırıyor. Kostümleri, saçı, makyajı ve oyunculuğuyla tartışmasız tüm övgüleri hak edip dikkatleri üzerinde topluyor. Erkek başrol oyuncumuz Diego Calva, 1992 Mexico City doğumlu göçmen bir ailenin çocuğu, aynı filmdeki gibi. Tüm eğitimini sinema üzerine almış ve yine aynı filmde olduğu gibi gerçek hayatını da sinemaya adamış genç bir yetenek. O’nu dünya sahnesinde ilk defa böyle büyük bir yapımda izledik. Her haliyle, film içindeki gelişim sürecinin tamamına kusursuz bir şekilde uyum sağlamış ve bu zor filmdeki üstlendiği rolün altından başarıyla kalkmayı bilmiş. Brad Pitt için söylenecek çok bir şey yok, günün sonunda sinemanın kendi çağındaki en büyük oyuncularından biri o. Onu övmek kelimelerle pek mümkün değil belki de en azından bu filmdeki rolünü ifade etmeye çalışmak biraz kifayetsiz. Filmde Olivia Wilde’den Jean Smart’a, Eric Roberts’den Flea’ya kadar birçok yıldız görev almış. Tek tek hepsinden bahsetmemiz elbette mümkün değil ancak Tobey Maguire için bir parantez açmamak haksızlık olur. Maguire’in 15-20 dakikalık bir sekansı var. Kelimenin tam anlamıyla kaçık ve acımasız bir mafya babasını canlandıran Maguire, rolünü kara mizah da katarak müthiş oynamış. Sakin depresif halleri, pasif agresif tavırları ve bir yerden sonra zıvanadan çıkınca yükselen tempoya uyumu müthişti. Hep aklımızda sakin ve akılcı rollerle kalan Tobey, yaşının da verdiği olgunluk ve tecrübeyle “ben her rolün altından kalkmaya hazırım” mesajını net bir şekilde vermiş.

Teknik konulara gelince; filmin görüntü yönetmenliği Oscar ödüllü Linus Sandgren’e emanet edilmiş, iyi de yapılmış. Sandgren artık rüştünü ispatlamış, kendisine son dönemde emanet edilen bütün büyük yapımların altından başarıyla kalkmayı başarmış İsveç’li bir sinematograf ve görüntü sihirbazı. Film çekmek önemli bir iştir ancak hikâyeyi seyirciye aktarmak ise o işin en büyük parçasıdır. Kamera ve ışık kullanımı, kaydırmalar ve kestirmeler, açılar ve doğal ortamın yansıtılması söz konusu olduğu zaman hepsini bir araya getirip görsel bir şölen haline getirmek işin sihri oluyor. Sandgren, böylesine büyük bütçeli ve epik bir filmin bu denli çarpıcı bir şekilde çekilebilmesinin arkasındaki kelimenin tam anlamıyla en önemli unsur. Yönetmen Chazelle ile yakaladığı uyumu zaten La La Land’de deneyimlemiştik ve o işi Oscar’la taçlanmıştı. Chazelle kariyerinin geri kalanında kusursuz bir uyum içinde çalışacağı görüntü yönetmenini bulmuş demek sanırız yanlış olmaz. Babil’i epik bir sinema şöleni haline getiren bir diğer taraf da müzikler. Justin Hurwitz de aynı Chazelle gibi 85 doğumlu genç ve gelecek vaat eden bir müzisyen ve O da Oscar sahibi bir yıldız. Chazelle ve Hurwitz’in uzun dostlukları üniversite yıllarına kadar uzanıyor. İncelememizin başında ifade ettiğimiz, Babil’in dört başı mamur bir film olmasının arkasındaki üç önemli ismin, üç Oscar’lı yıldızın oluşturduğu müthiş sinerji, bu destansı ürünü ortaya çıkartmış. İşinin ehli doğru insanlar bir araya geldiği zaman nasıl bir sonuç ortaya çıkıyor bunu Babil’de net olarak görüyoruz. Bu üçlünün gelecekte yeniden bir araya gelerek üretecekleri yeni başarıları merakla bekliyoruz.

Çekim süreci ve süresi uzun soluklu olan bu filmin arkasında bir sürü de hikâye var, mesela yönetmen, Nellie karakteri için ilk önce La La Land’in başrolünde de birlikte çalıştıkları Emma Stone’a teklif götürmüş ancak pandemi şartları yüzünden uzayan çekim takvimi Stone’a uymadığı için onun yerine korkusuz, rolüne kelimenin tam anlamıyla saldırıp koparacak ve teknik açılardan da yetenekli bir oyuncu aramış, aradıklarını da Margot Robbie’de bulmuş, iyi de yapmış. Stone, Nellie karakterinin altından kalkabilir miydi asla bilemeyeceğiz ancak gördüklerimiz Robbie’nin bu karakter için en doğru oyuncu olduğunu bize net bir şekilde gösteriyor. Tobey Maguire filmin yapımcılarından biri ve ilk taslak senaryoda Sir Charles Chaplin’i oynaması planlanmış, sonradan Chaplin’in hikayesinin senaryodan çıkarılmasıyla kurgusal bir karakter olan James McKay’i canlandırmasına karar verilmiş. Babil’i 2009 yılında La La Land’den önce yazmaya başlayan Chazelle, Fellini’den Kubrick’e kadar birçok yönetmen ve yapımdan etkilendiğini veya esinlendiğini saklamıyor. Zaten sinefil seyirciler birçok sahnedeki göndermeler ve esinlenmeleri yakalamakta zorlanmayacaklardır. Özellikle açılış sahnesindeki parti hem kurgu hem de renk kullanımı olarak “Eyes Wide Shut” isimli 1999 yapımı Kubrick filmini doğrudan çağrıştırıyor.

Hikayesi, ekibi, oyuncuları, kurgusu, sinematografisi, müzikleri ve zaman zaman tiksindirici derecedeki sahneleri ile 78 milyon dolarlık bu filmin zaman içinde nereye varacağını ve Chazelle ve ekibinin gelecekte ne gibi başarılara imza atacağını merakla izleyeceğiz, bekleyeceğiz.