The Boogeyman (2023) Film İnceleme / Kritik (Stephen King Uyarlaması)
“Korkunun Kralı” olarak tanıdığımız Stephen King’in 1973 yılında ilk kez Amerika’nın ünlü magazinlerinden biri olan “Cavalier” dergisinde yayımlanan kısa bir hikayesinden esinlenerek filmleştirilen “The Boogeyman”, insanların korkularından beslenen doğa üstü bir yaratığı konu alıyor. Hikâye daha sonra 1978 yılında yayımlanan “Night Shift” isimli toplama kitapta da yer alır. Her ne kadar kısa hikâye olsa da Boogeyman yayımlandığı günden günümüze kadar birçok hikâye, dizi ve filme ilham kaynağı olur. Tam Türkçe karşılığı cadı, hortlak, öcü veya çocukları korkutan veya korkutmak için üretilen insan üstü veya doğa üstü varlık demek Boogeyman. Bizim kültürümüzde de öcü sık sık çocukları korkutmak veya sindirmek için kullanılır. Hangimizi uyumadığımız zaman veya yaramazlık yaptığımız zaman bir öcüyle tehdit etmedi ki ailelerimiz.
Orijinal hikâyeye baktığımız zaman konu aslında filmde gördüğümüz kadar derinlikli değil, incelememizin başında esinlenme kelimesini kullanmamızın sebebi de bu. Aslında terminolojide uyarlama olarak geçse de burada durum biraz farklı. Hikayedeki konu Will Harper isimli bir terapist ve ondan yardım almaya gelen Lester Billings isimli bir hasta arasında geçiyor. Hikâye boyunca bir odada bu iki adamın arasında geçen terapi seansına şahit oluruz. Lester Billings, üç çocuğunun ölümünden sorumlu tutulmaktadır ancak ortada kesin bir delil olmadığı için hüküm giymemiştir. İnançlı bir adam da değildir bu yüzden derdini ne bir rahibe ne de bir avukata anlatabilmiştir. Onun derdini dinleyebilecek olan tek kişi bir psikoterapisttir. Hikâyenin sonunda olay doğa üstü bir karaktere bağlanır ancak öylesine derin bir metafor vardır ki burada, Billings’in tanımladığı yaratık gerçek midir yoksa sanrılarının ürettiği bir ruhsal dışa vurum mudur karar okuyucuya kalır. Billings çok mutlu bir çocukluk geçirerek yetişmemiştir ve ne yazık ki ailesinden gördüğü şiddet onun yetişkinliğini de olumsuz etkilemiştir. Üstüne madde bağımlısı olması gibi faktörler de eklenince Billings kaçınılmaz sonla yüzleşmek zorunda kalır.
Filme geldiğimiz zaman ise olayın şekli biraz değişiyor. Hikâyede konu Lester Billings ve ailesini merkeze alırken filmde konu psikoterapist Will Harper ve iki kızını merkeze oturtuyor. Çok yakın bir zaman önce annelerini trafik kazasına kurban veren 16 yaşındaki Sadie ve 10 yaşındaki kız kardeşi Sawyer bu trajik olayın şokunu henüz atlatamamışlardır. Babaları Doktor Will Harper her ne kadar başarılı bir psikoterapist olsa da bu süreç boyunca kızlarını duygusal ve psikolojik yönden destekleyememiş ve kelimenin tam anlamıyla onları yarı yolda bırakmıştır. Hatta büyük kız Sadie babasıyla konuşmaya, iletişim kurmaya çalışsa da başarılı olamaz. Doktor Harper kızlarını başka bir psikoloğa yönlendirir. Bu süreç hepsi için işleri daha da yokuşa sürmektedir. Bir gün kızlar okuldayken bir anda doktorun odasında bir adam belirir. Randevusuz, teklifsiz ve ansızın çıkagelen bu yeni hasta doktoru çok tedirgin eder, konuşmak istemez ancak adam son derece ısrarcı hatta tehditkârdır dahası onun derdinden anlayabilecek olan tek kişi daha neredeyse dün sevgili eşini kaybetmiş olan Doktor Harper’dır. Uzun süren terapinin ardından süreç trajik bir şekilde sonlanır ancak hikâye yeni başlamaktadır. Bu gizemli yabancı beraberinde sadece acı ve keder değil bir de gizem getirmiş, dahası o gizemi evde bırakmıştır. Bu gizem ruhsal olarak zayıflamış insanların, özellikle aileleri tarafından desteklenmeyen güçsüz çocukların korkularından beslenen doğa üstü bir varlık yani bir öcü yani Boogeyman’dir. Doktor’un varlığı ile yokluğu arasında geçen süreçte kızları Sadie ve Sawyer bu kadim yaratıkla yalnız başlarına uğraşmak zorundadırlar keza babaları uzun bir süre onları anlamamak ve onlara inanmamak için elinden geleni yapar ta ki yaratıkla yüzleşene kadar. Bundan sonrası hepimizin gördüğü sayısız filmde olduğu gibi bir yüzleşme, hesaplaşma ve arınma mücadelesine dönüşür.
Doktor’un büyük kızı Sadie bir kız çocuğundan beklenmeyecek derecede üstün bir performans ve cesaretle önce ölen annesinin sonra da olayların yükünü taşıyamayan babasının boşluğunu doldurarak kelimenin tam anlamıyla yavrusunu korumak için her şeyini feda etmeye hazır olan saldırgan bir kaplana dönüşür. Sonuçta birinin bu savaşı vermesi gerekmektedir. Aile içinde herkes yaşanılan trajedi ile başka şekilde başa çıkmaya çalışır.
Aslında Boogeyman ve hikâyenin altında yatan klişeler hepimizin ortak korkularını temel alıyor. Karanlık odalar, yarım açık kiler veya giyinme odası kapıları, yatak altı canavarları, kabuslar ve daha bir sürü şey. Filmde olup biten ana şeyler, Sadie veya Sawyer’ın karanlık veya az aydınlatılmış odalarda yaşadıkları klasik ürkünç olaylar. İyi aydınlatılmamış odalarında karşılaştıkları olayların peşine düşen kızlar uzun bir süre hayal güçlerinin onlara gösterdiklerinin ötesine geçemezler. Küçük kız kardeş Sawyer gece korkarak uyandığında her normal insanın yapması gereken şey olan odanın ışığını yakmak yerine elindeki ışıklı ay küresi ile karanlıkta korkusunun üstüne gitmeyi tercih eder. Bu durum her ne kadar doğal hayatın akışına ters olsa da bir korku öğesi olarak oldukça etkili kullanılmış. Zaten az önce bahsettiğimiz gibi evin sürekli karanlık veya az aydınlatılmış olması da başka bir handikap. Bir diğer garip durum ise Doktor Harper’ın evden çalışan biri olmasına rağmen olayların tırmandığı hiçbir zaman ortada olmaması. Normal şartlarda hiçbir mantıklı açıklaması olmayan bu durum kızların korkularına başka bir katman ekliyor. Bir korku klişesi olan tavan arası, yer altı kileri ve işe yarayan-yaramayan odaları olan üç katlı müstakil bir ev de cabası. Özetle kocaman karanlık bir evde kendilerine inanmayan ve sürekli ortadan kaybolan babalarına rağmen korkularının üzerine giden iki küçük kız kardeşin annelerini kaybetmelerinin verdiği psikolojik çöküntüyle birlikte doğa üstü bir yaratıkla baş etmelerini izliyoruz. Standart bir sinema seyircisi için yeterince korku öğesi barındıran film, azılı korku hayranlarını çok fazla tatmin etmeyecek seviyede. Olay örgüsü içinde olan biten her şey aslında bir asırdan fazladır izlediğimiz klasik korku filmlerinden ve klişelerinden çok da farklı değil. İşte bu yüzden film bize yeni bir şey vaat etmiyor.
“Salt” ve “Dawn of the Deaf” adlı ödüllü kısa filmlerin yanı sıra “Host” adlı filmin de yönetmeni olan Rob Savage, çocukken King’in romanlarını okuduğunu ve geceleri uykusuz kaldığını hatırlıyor ve “Kısa öyküleri her zaman beynimin içine işledi” şeklinde tanımlıyor yaşadıklarını. “King’in kısa öykülerine hepimiz aşinayız ama bu öykü, “The Boogeyman”, yıllarca aklımızdan çıkmadı” diyen senarist Scott Beck, çocukluk arkadaşı ve yazım ortağı Bryan Woods’la ilk senaryo fikrini ortaya atmış ve birlikte yazmışlar. “Sessiz Bir Yer” isimli filmi de yazan ikili, başlangıçta hikâyenin ana konusu üzerinde zorlanmışlar. Bir odada oturup konuşan iki insan hakkında nasıl uzun metrajlı bir sinema hikayesi yazarsınız diye düşünmüşler ve sürekli bu konuya odaklanmışlar. Sonunda Lester Billings’in ana karakter olmasının şart olmadığını, King’in kısa öyküsünün daha büyük bir anlatının sadece bir sahnesi olabileceğini ve bu durumun onları daha geniş kapsamlı başka bir hikâyeye götürebileceğine karar vermişler.
Hikâyenin gizli öznesi olan “Boogeyman” hakkında hiçbir şey bilmiyor olmamız olayı daha da gizemli hale getiriyor. Seyirci, kendisine sormadan edemiyor; Boogeymen nereden geldi, nasıl geldi, ne zaman geldi, Billings ailesine ve sonrasında Harper ailesine musallat olmadan önce neredeydi ve dahası aynı anda birden fazla yerde nasıl olabiliyor. İşte kafamızı karıştıran bu sorular aklımıza ister istemez yaratığın korkularımızdan beslenen sanrılarımız mı olduğu sorusunu getiriyor.
Filmde çok fazla oyuncu yok her şey aslında iki kız kardeş ve babalarının etrafında dönüyor ve bu durum bu karakterleri oynayan oyunculara ekstra bir yük getiriyor. Özellikle iki küçük kız kardeşleri canlandıran Sophie Thatcher ve Vivien Lyra Blair ikilisi son derece başarılı bir şekilde kalkmışlar bu yükün altından. Filmin bu kadar karanlık olmasına rağmen görsel olarak tatmin etmesinin altında yatan gerçek ise görüntü yönetmenimiz Eli Born. Yönetmen Rob Savage tam olarak ne istiyorsa Born onu vermiş. Müzikler ve ses kullanımı yani genel anlamıyla ses tasarımı ise korku katmanlarını besleyen en önemli unsurlardan biri haline gelmiş. Bir bütün halinde ele aldığımızda müzikler, sesler, görüntüler ve grafikler son derece başarılı bir şekilde bir araya gelerek bize bu güzel filmi sunmuş.
Netice itibariyle iliklerimize kadar korkuyu hissettirmeyen ancak tüylerimizi diken-diken etmeye yetecek dozda bir film olan Boogeyman’i bir baş yapıt olmasa bile korku unsurlarını son derece popülist şekilde ele alan King’in hatırına izlemeye değer olduğunu düşünüyoruz.