Avatar: The Way of Water (2022) – Avatar: Suyun Yolu Detaylı (Videolu) Film İnceleme

13 yıllık bir bekleme arasından sonra Avatar serisinin ikinci filmi olan Suyun Yolu gösterime girdi. Her şeyden önce belirtmek gerekiyor ki, bu film hakkında ayakları çok da yere basan yorumlar yapmak pek mümkün değil. Çünkü bir devam filmi olan Avatar: Suyun Yolu hepimizin bildiği ve beklediği üzere konusundan veya hikayesinden çok görselliği, tekniği ve kullandığı teknolojilerle ön plana çıkıyor. Birazdan detaylarına gireceğimiz konuda da bahsedeceğimiz gibi, içi çok fazla dolu olmayan ve klişelerden kaçamayan bir olay örgüsü var filmin. Yapılan işe ve kullanılan teknolojiler ile tam anlamıyla görsel bir şölen haline gelen filme bir yandan şapka çıkartırken bir yandan da içten içe sitem etmiyor değiliz. Beş bölüm olarak tasarlandığı açıklanan serinin ikinci filmi olan Suyun Yolu’nun hikayesinin bu kadar zayıf olmasını iyi niyetli bir şekilde gelecekte bizi bekleyen sürükleyici hikâyeye bir girizgâh olduğunu düşünüp üçüncü filme de bir şans vermek istiyoruz.

Bize her zaman destansı hikayeler izleten yönetmen James Cameron, en son 2009 yılında gösterime giren “Avatar” ile karşımıza çıkmıştı.  Film sinema dünyasına teknik açıdan büyük yenilikler getirerek izleyicinin de ilgisiyle hasılat rekorları kıran bir “gişe canavarı” olmuştu. Cameron o zamandan bugüne tüm zamanını Avatar’ın devam filmleri için araştırmalar yapmak, teknoloji geliştirmek ve yeni filmlerin daha etkileyici olması için kafa yorarak harcadı. Daha önce yaptığı “The Abyss” ve “Titanic” filmleri ile bazı belgesellerde su dünyasında yani denizde olmayı, orada geçen hikayeleri anlatmayı ne kadar sevdiğini zaten biliyorduk. Hatta 2012 yılının mart ayında imkânsız gibi görünen bir işe kalkışmış ve tek başına yaklaşık 11bin kilometre dalarak Mariana çukurunun diplerinde 3 boyutlu kameralar ve diğer birçok bilimsel cihazla birlikte araştırmalar yapmıştı. Elbette bu görevin çıktılarının da nimetlerini filmlerinde kullandı ve kullanmaya da devam edecek. Az önce belirttiğimiz gibi beş filmden oluşması planlanan “Avatar” serisinin ikinci filmi de çoğunlukla yönetmenin çalışmayı en sevdiği yerde yani su altında geçiyor. Bundan sonraki filmlerin de denizlerin gizemi ve mükemmelliği ile devam edeceğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok.

Filmin ilk bölümünde evrenin zaman akışına göre yaklaşık 15 yıl önce gerçekleşen savaşı kazanıp “Gök İnsanları”nı dünyalarına göndererek huzura kavuşan Pandora’nın orman kabilesi Omaticaya’nın sakinlerinin, özellikle Jake Sully ve ailesinin yaşamındaki gelişmeleri izliyoruz. Başlangıçta insanların Pandora’daki değerli madeni ele geçirme arzusuyla oraya getirdiği askerlerden biriyken, sonrasında Navi ırkını tanıyarak onların yaşamlarına duyduğu saygı, yaptığı işin yanlışlığını fark etmesi ve Kabile liderinin kızı savaşçı Neytiri’ye âşık olması gibi sebeplerle taraf değiştirerek kendisi de bir navi olmayı seçip tümüyle ve kalıcı olarak avatar bedenine yerleşen Jake artık bir aile babası olmuş. Jake önceki filmde insanlarla yapılan savaşta yıllar içinde çok az Navi’nin becerebildiği şeyi yaparak uçan dev canlı Toruk’a binip kontrol etmeyi başarmış, Toruk Makto ünvanını kazanmış ve lider olmuştu.

Evrenden uzak kaldığımız süre içinde Jack ve Neytiri evlenmiş, iki erkek bir de kız çocukları olmuş. Ergenlik yaşlarına gelmiş oğullarından Neteyam babasının izinde bir asker gibi söz dinleyen, uslu, ideal bir çocuk görüntüsündeyken küçük oğlan Lo’ak ise abisinin tam tersi, başına buyruk, bildiğini okuyan, kural tanımayan bir asi… Küçük kızları Tuk ise ailenin en sevimli üyesi. Bu arada önceki filmde hayatını kaybeden bilim insanı Dr. Grace’in su içinde korunan avatar bedeni bilinmeyen bir şekilde hamile kalmış ve bir kız çocuğu dünyaya getirmiş. Kiri adı verilen kızı, Jake ve Neytiri evlat edinmiş. 14 yaşındaki Kiri yaşıtlarından farklı hissediyor ve davranıyor. Pandora’nın ilahi gücü Eywa ile özel bir bağlantısı var, aslında özel biri ama yaşı itibariyle O kendini ucube olarak tanımlıyor ve kendisi ile ilgili bu durumu çözmek için merakla sorular sorup olan biteni anlamlandırmaya çalışıyor. Ailenin resmi olmayan son üyesi, herkesin Spider ismiyle seslendiği bir insan çocuk. Spider, insanlar Pandora’yı terk ederken bedeni dondurarak seyahat etme teknolojisini kullanamayacak kadar küçük bir bebek olduğu için Pandora’da bırakılmış ve orada gönüllü olarak kalan bilim insanları tarafından büyütülmüş. O da Jake gibi Navi halkının yaşamını daha ilginç bulmuş ve sık sık Jake’in köyünde çocuklarla takılarak büyümüş. Biyolojik babasının her iki filmin de kötü adamı olan Albay Quaritch olduğu filmin başında açıklanıyor. Ancak Spider geçmişiyle veya insanlığıyla pek ilgilenmiyor ve bir Navi gibi yaşıyor.

Filmin giriş bölümünde Jake’in anlatımıyla Pandora’da kurduğu aileyi ve buradaki yaşam rutinlerini izliyoruz. Jake ve Neytiri, dünyadaki sıradan bir aile gibi ebeveynlik yapıyor. Jake hem asker kimliğinin gereği hem de yaşamlarının tehlikelerinden kaynaklı olarak çocuklarını da birer asker gibi yetiştirmeye çalışıyor. Çocuklardan fırsat bulduklarında da karısı Neytiri ile kaçamaklar yapıyorlar. Kısacası buradaki yaşamları mutlu ve huzurlu geçiyor.

Ancak kendi gezegenleri olan Dünya’nın kaynaklarını sömürüp yaşanılmaz hale getirdikten sonra insanlar daha önce maden aramak için geldikleri Pandora’ya şimdi de kolonileşmek ve zamanla yerleşmek üzere gözlerini dikiyorlar. Pandora, Dünyadan yaklaşık olarak 4,37 ışık yılı uzaklıkta bulunan Alpha Centauri sistemindeki kurgusal bir gaz devi olan Polyphemuz gezegeninin etrafında dolanan doğal uydulardan biri.

Aslında atmosferi insanlar için pek uygun olmayan bu uyduyu yerleşime uygun bir hale getirmek için dünyalılar geri dönüyorlar. Bu sefer farklı olarak aradan geçen zaman içinde teknolojilerini daha çok geliştirmişler ve elleri daha güçlü. Bir yıl süren çalışmaları boyunca yerlilerin direnişiyle de karşılaşıyorlar. Tabii ki direnişin lideri Jake ve askeri deneyimiyle yönettiği yerli halk iyi bir şekilde organize olarak gök insanlarını ilk etapta püskürtmeyi başarıyorlar. En son silah ekipmanlarının taşındığı demiryolu aracına saldırıp askeri mühimmatları ele geçirdiklerinde insanların komutanı General Ardmore zekice ve şeytani bir hamle yapıyor. Hem Pandora yerlilerinden nefret eden hem de Jake Sully ile kişisel bir meselesi olan eski komutan Albay Quaritch’i – önceki filmde ölmüş olmasına rağmen – bir avatar bedeninde Pandora’ya getiriyor ve ekibiyle beraber Jake’i avlamasını emrediyor. Quaritch ve adamları yeni avatar bedenlerinin avantajıyla Pandora’da çok daha rahat hareket ederek Jake ve kabilesinin gizlendiği bölgeye ulaşıyor, Jake’in çocukları ve hep onlarla gezen Spider’ı ele geçiriyorlar. Sonrasında çocukları kurtarmak için hamle yapan Jake ve Neytiri, Spider hariç çocukları kurtarmayı başarıyor. Her ne kadar gerçek Quaritch Spider’in babası olsa da bu filmdeki Quaritch bir klon olduğu için Spider’a karşı duygusal bir şey hissetmiyor ve Jake’i ele geçirmek için kendisine uygulanan işkencelere direnen Spider’ı da yanına alıp sahaya iniyor.

Çocuklarını kurtararak kabileye geri dönen Jake bu saldırının kişisel olduğunu, ailesini de alarak ortadan kaybolursa kabilenin üzerindeki tehdidin ortadan kalkacağına inanarak, karısı ve çocuklarıyla yaşadığı yeri terk ediyor ve Pandora’nın su kabilelerinden biri olan Metkayina’ların adasına göç ediyor. Kabile lideri Tonowari ve karısı Ronal başlangıçta farklı bir kabileden gelen bu yabancıları özellikle de peşlerinde düşman güçleri varken kabul etmek istemiyor.  Ancak Toruk Makto yani Jake, bütün kabileleri birleştiren en büyük savaşçı ve bunun da farkında olan su kabilesi insanları çok gönüllü olmasalar da bu göçmen aileye kucak açıyor ve suda yaşamı öğrenmeleri konusunda yardımcı oluyorlar.

Filmin bu bölümünü izlerken, su altı ve üstü yaşamını Sully ailesi ile keşfedip onların birer mülteci olarak yeni başlayan hayatlarına adapte olurken girdikleri yeni ekosistemle ve aile içinde ne gibi sorunlar yaşadığını görüyoruz. Deniz kabilesinin insanları görünüş ve yaşayış olarak kendilerinden epey farklı. Renkleri daha açık, yeşile dönen bir turkuaz gibi, kuyrukları daha uzun ve geniş, kolları ve elleri yüzen canlıların ihtiyacına uygun olarak evrilerek perdelenmiş. Su altında çok uzun süre kalabiliyorlar, kara yaşamında ulaşım için kullanılan uçan yaratıklar gibi suda ulaşımı kolaylaştıran deniz canlılarından faydalanıyorlar. Yani tam bir amfibi gibi yaşıyorlar. Sully ailesi ise orman canlısı, işte bu yüzden adaptasyon hiç de kolay olmuyor.

Jake bir asker olduğu için eğitimini çok ciddiye alarak su canlılarını taşıt olarak kullanma meselesini kısa zamanda çözüyor. Çocuklar için de bu geçiş bir su parkında eğlenmek gibi. Neytiri’yi çok fazla görmüyoruz, zaten O, evini ve köyünü bırakıp gitmenin üzüntüsünü yaşıyor ve su yaşamına uyum sağlama konusunda çok da hevesli değil.

Çocukların en büyük sorunu yaşıtları tarafından kabul görememek. Neteyam, her zamanki gibi babasının sözünü dinleyerek uyum sağlama konusunda yardımcı oluyor ama Lo’ak hemen başını derde sokmayı başarıyor. Önce kabile liderinin kızı ile romantik bakışmalar sonra da kızın abisi ile çatışmalar yaşıyor. Bir gün kabile reisinin oğlu ve onun serseri arkadaşlarının iyi niyetli görünen davetlerine icabet eden Lo’ak onlarla kaynaşabilmek için biraz da asi yönünden dolayı kabile sınırlarının dışına, tehlikeli sulara gidiyor. Düştüğü tongayı geç de olsa fark eden Lo’ak ekip tarafından tehlikeli bir durumdayken terk ediliyor ve tam ölümle burun buruna gelmişken dev bir deniz canlısı hayatını kurtarıyor.

 Tulkun adı verilen bu balina benzeri canlı türünün beyni insan beyninden bile çok fazla gelişmiş; insanlardan çok zeki ve aynı zamanda duygusal olarak da ilerideler. Metkayina Kabilesi sakinleri bu üstün varlıkları çok önce keşfetmiş, onlarla temasa geçmiş hatta bazılarının “ruh kardeşi” olarak tanımladığı ve kendisini eşleştirdiği tulkunları bile var. Onlarla iletişim kurabiliyor, birbirlerine hikayelerini anlatıyor, şarkılar söylüyorlar. Tulkunların bu üstün özelliklerini fark eden insanoğlu, kendi yaşamını uzatmak ve ölümsüzlüğe ulaşmak için bu yaratıkların beynindeki özel bir sıvının faydalı olduğunu keşfediyor ve bu sebeple onları acımasızca avlayarak katlediyor. Bu katliamdan kaçarak yaşamlarını daha uzak sularda geçiren tulkunlar sadece belli zamanlarda adalara yaklaşıp deniz Navileriyle iletişime geçiyor.  Lo’ak’ın hayatını kurtaran ve sonra çok iyi arkadaş olduğu tulkun Payakan bir sebeple sürüden dışlanmış ve yalnız geziyor. Bir bakıma kaderleri ortak olan Lo’ak ve Payakan dost oluyorlar.

Ailenin diğer üyesi Kiri ise su hayatına çok iyi uyum sağlıyor, vaktinin çoğunu su altındaki canlıları izleyerek geçiriyor. Sanki hep oradaymış, onlardan biriymiş gibi… Doğayla arasında çok güçlü bir bağ olduğunu hisseden ancak henüz buna bir anlam veremeyen Kiri su altındaki hayat ağacına bağlanarak beklenmedik bir şekilde Eywa ile temasa geçiyor ve sonrasında nöbet geçirerek bayılıyor. Tüm müdahalelere rağmen Kiri’yi yaşama döndüremeyen Jake, dost bilim insanlarından yardım istiyor. Adaya helikopterlerle gelen bilim insanları ne yazık ki Jake ve ailesinin yerini istemeden açığa çıkarıyorlar.

İrili ufaklı birçok adanın bulunduğu bir bölgede oldukları tespit ediliyor ve Albay Quaritch bu bölgeye gitmek için tulkun avlayan bir deniz aracına el koyuyor. Yolda ilerlerken tulkunların deniz navileri için ne kadar değerli varlıklar olduğunu öğreniyor ve Jake’i ortaya çıkarmak için bu hayvanlara saldırma planı yapıyor. Çıkan arbede sırasında şefin karısı Ronal’ın ruh kardeşi olan tulkun öldürülüyor. Metkayinalar da çok öfkeleniyor ve insanlarla navilerin savaşı başlıyor.

Filmin son bölümü bu çatışmalarla geçiyor. Birkaç kere çocuklar rehin alınıyor. Onları kurtarmak için gidenler de rehin alınıyor. Navilerin çaresiz kaldığı yerde tulkun Payakan’ın yardımıyla avcılar etkisiz hale getiriliyor. Avcı gemisi hasar görüyor. Tıpkı Titanic’te olduğu gibi su almaya başlıyor. Gemi su aldıkça içeridekilerin kendini kurtarmaya çalışmaları, bir yandan su ile mücadele ederken bir yandan da karşı tarafla devam eden çatışmalar, araya giren bir tutulma ve hem gündüz hem geceyi yaşamamız, günün sonunda yaşanan kayıplarla beraber geminin tamamen su altına batması ve sonunda Sully ailesinin büyük bir kayba rağmen yine bir araya gelmesi bizi duygudan duyguya sürüklüyor. Finalde insan tehlikesi şimdilik bir şekilde savuşturuluyor. Ortalık sakinleşince Jake ve ailesi artık eski yuvalarına geri dönmeye karar veriyor ancak reis Tonowari “artık siz de birer Metkayina’sınız” diyerek onları kalmaya ikna ediyor.

3 saat 12 dakika süren, çoğunlukla hayranlık uyandıran renkler ve tasarımlarla görsel bir şov izleten, bazen suyun altındaymışız bazen de göklerde uçuyormuşuz gibi hissettiren, gerçeklik hissini arttırmak için birçok yeni teknoloji kullanılan ve sonrasında bolca başımızı ağrıtan Avatar: Suyun Yolu filminin hikayesi kısaca böyle.

Beş filmlik bir serinin ikinci filmini yorumlarken bağımsız bir film gibi bakamıyoruz çünkü bu film hem öncekinin bir nevi hatırlatması hem de sonrakiler için oluşturulması gereken bir temel. Bir yandan da yönetmenin 13 yıldır uğraştığı teknolojileri izleyicilere göstermek için kullandığı bir şov aracı diyebiliriz. Sonuçta bir geçiş filmi. Ne ilk film gibi çarpıcı ne de bir son film gibi tatmin edici ve toparlayıcı değil.

Öncelikle hikâye çok basit, her anıyla öngörülebilir, tekrarlarla ve klişelerle dolu ve çok uzatılmış. İlk filmdeki isyankâr gözü kara Jake’in evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra girdiği “aile babası” tripleri, aileyi korumak için geçen filmde kurtardığı köyü kaderine terk etmesi, gittiği yerdeki kabile haricinde bir sürü su köyünü de tehlikeye atması biraz tutarsız olmuş. Yerleştikleri yerde özellikle çocukların dışlanması, yaramaz çocuğun reisin kızına âşık olması, aslında çok özel yanları olan “seçilmiş kişi”nin ucube olarak görülmesi de klişelerden bazıları. Ayrıca aksiyon türüne aşina izleyiciler filmin ilk sahnelerinde iki erkek kardeşin diyaloglarından küçük kardeşin abisinin başını bir derde sokacağını tahmin etmiştir. Jake’in çocuklara her seferinde “burada kal, bekle” demesine rağmen çocukların dinlemeyip tehlikeye dalmaları, sonra birilerinin onları kurtarmak için uğraşması, Neytiri’nin ilk filmde çok klas bulduğumuz ama ikinci film için “yeni bir şey yok mu” dedirten “okla camını delerek helikopteri düşürme” hareketi sürekli tekrarlanan sahnelerden. Kimilerine seksi ve çekici gelen Neytiri’nin bazı sahnelerde dişlerini göstererek hırlaması çok itici ve vahşi duruyor. Belki de yönetmen Neytiri üzerinden navilerin aslında hala ilkel bir toplum olduğu mesajını vermek istemiştir. Bir noktada sevimli ufaklık Tuk’un “tekrar bağlandığıma inanamıyorum” demesi yönetmenin tekrarlarla dalga geçtiği mizahi bir an olmuş.

Teknik açıdan bizi rahatsız eden tek şey gerçeklik hissini arttırmak için kullanılan yüksek kare hızının çok yüksek olması. Normalde filmler 24 kare hızında çekilirken bu film 2 kat daha hızlı kameralarla 48 kare hızında çekilmiş. Bu hız filmin hem kalitesini yükseltiyor hem de akıcılığını arttırarak dinamizm katıyor. IMAX 3D salonlarda 4K ayarında izleyenler bu farkı anlamışlardır. Özellikle ağır çekim sahnelerdeki dinamizm oldukça başarılıydı. Öte yandan mevcut teknoloji ile 3 boyutu dikine ve gözlükle izlemek zorunda olmamız bu yüksek kaliteye rağmen biraz dikkat dağıtmıyor ve biraz da baş ağrıtmıyor değil. Her şeye rağmen hepimizin beklediği gibi Cameron mevcut teknolojinin nimetlerini sonuna kadar kullanmış. Günün sonunda bir projektör ile perdeye yansıtılan görüntünün gelebileceği son nokta bugünlük bu kadar. 4K kalite de olsa, 3 boyut da olsa, 48 kare hızında da olsa karşınızdaki kocaman bir perde.

Filmin ikinci yarısının çoğu su altında gerçek insanların oyunculuklarıyla çekilmiş. Her ne kadar izlediğimiz dev bir CGI parti gibi dursa da Avatar kıyafetleri ve formları sonradan giydirilmiş. Su altı sahnelerde hem duru bir görüntü alabilmek hem de kabarcıklanmayı önlemek için tüm ekip dakikalarca nefesini tutmak zoruna kalmış. Hatta paylaşılan bir bilgiye göre Kate Winslet, kendi sahnesinde 7 dakika 15 saniye nefesini tutarak tesadüfen ilginç bir rekora imza atmış. Bir film esnasında su altında en uzun süre nefesini tutma rekoru… şaka bir yana 47 yaşında ve işi dalış olmayan bir kadın oyuncu için inanılır gibi değil. Bu arada bu alandaki bir önceki rekor 2015 yapımı Mission: Impossible- Rogue Nation isimli filmdeki 6 dakikalık performansıyla Tom Cruise’a ait.

Filmin görsel efektleri sinema dünyasına yakın olanların çok yakından tanıdığı Yeni Zelanda merkezli WETA Workshop tarafından yapılmış.  1987 yılında kurulan firmayı belki de dünya arenasında spotlara taşıyan film “Yüzüklerin Efendisi” serisi olmuştu. Kurulduğu günden beri onlarca filmin altında imzası bulunan WETA yine kusursuz bir iş ortaya koymuş.

                Filmin çoğu pandemi şartlarında ve bu şartlar karşısında en ağır tedbirler alan ülkelerden biri olan Yeni Zelanda’da çekildi. Çekim sürecinde Cameron Yeni Zelanda devletinden özel izinler almak zorunda kalmış. Sınırların kapalı olduğu ve ağır karantina şartları uygulanan bir dönemde Cameron ve beraberindeki 55 kişinin özel bir uçakla ülkeye giriş yapması birçok kesim tarafından çifte standart olarak değerlendirilerek tepkiyle de karşılanmıştı ancak film gösterime girdiği hafta Yeni Zelanda sinemalarında da zirveye oturmayı başardı. Kişisel merak toplumsal hafızanın önüne geçmiş gibi görünüyor.

Filmin su altı çekimleri sırasında Cameron’a özel bir cihaz geliştirilmiş. Diğer kameramanlar ve ekip tüm oyuncuları özel kıyafetleriyle görürken Cameron gerçek zamanlı render edilmiş görüntülerle herkesi Avatar formunda izlemiş. Öte yandan senaryo aşamasında Cameron kendisi hariç iki senaristle daha çalıştı. Rick Jaffa ve Amanda Silver. İki senaristin de oldukça kayda değer ve önemli çalışmaları var. Cameron senaryo çalışmaları başlamadan önce iki senariste toplamda 800 sayfadan oluşan kişisel notlarını vermiş ve: “bu notları okumadan yazmaya başlamayın” demiş. Bu filmle ilgili anlatılabilecek onlarca hikâye belki de yüzlerce teknik yapım detayı bulabiliriz ancak bütün bunları tek bir videoda anlatmak imkânsız. Her ne kadar zayıf bir senaryosu olsa da öncesiyle, sonrasıyla, yazımıyla, yapımıyla, çekimiyle başlı başına bir başarı hikayesi bu film. Cameron’un yıllar süren çalışmaları, araştırmaları ve yatırımlarıyla sıra dışı takıntıları bir araya gelince ortaya çıkan ürün de başarılı oluyor. Serinin üçüncü filmi 20 Aralık 2024 tarihinde gösterime girecek diye duyuruldu, çekimleri büyük çoğunlukla tamamlanan filmin 2 sene sonrasına planlanması bize biraz ilginç geldi. Belki Cameron’un tekniklerini geliştirmek için zamana ihtiyacı var belki de beklentileri üst seviyede tutarak gelirlerini zamana yaymak istiyor. Sonuçta mevcut filmin ekmeğini 2 sene boyunca daha çok yiyecek.

Bir yanıt yazın